Haccın Edebleri

– HACCIN EDEBLERİ, GİZLİ SIRLARI ve BATINI –

Hac yapacak kişinin Nafakası helal olmalıdır. Huzurunu kaçıracak ticari bir meşgalesi olmamalı, himmeti yalnız Allah rızası olmalı, kalbi zikrullah ile sükun bulmalı ve yalnız vazifesiyle meşgul olmalıdır.

Cimrilik ve israfa varmadan, gönül hoşluğu ile muhtaçlara yardım etmelidir. İsrafta hayır olmadığı gibi, hayırda da israf olmaz. Nitekim, hac yolunda çok sehavet, Allah yolunda da infak sayılır. Ve bir dirhem yediyüz mislinedir, denilmiştir.

“Haccın iyiliği nedir? Yâ Resulallah”

Resuli Ekrem (S.A.V.):

“Güzel söz ve yemek yedirmektir.”

Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı gibi refes, fısk ve cidal’i terketmektir.

Refes: Her çeşit lüzumsuz ve çirkin konuşmalara şamil olan bir kelimedir. Hatta kadınlarla şakalaşması ve şehevi sözler de bunun içine girer. Çünkü bu gibi sözler, yasak olan, cinsi münasebete yol açar (Bu ise hac yolunda yasaktır). Binaenaleyh harama yol açan şeyler haramdır.

Fısk: Allah’a itaatten insanı uzaklaştıran her şeye şamil bir kelimedir.

Cidal: Güzel ahlâka yakışmayan tavır ve harekettir. Arayı açacak, kin tutmaya yol açacak şekilde husumette ileri giderek kavgalaşmaktır. Süfyan-ı Sevrî: ‘.‘Çirkin ve kaba sözler konuşarak ağız taşkınlığı yapanların haccı fasittir” diyor. Resul-i Ekrem (S.A.V.) güzel söz ile yemek yedirmeği, haccın iyiliğinden saymıştır. Münakaşa ise güzel konuşmağa aykırıdır. Arkadaşlarına fazla itirazda bulunmamalı, etraftakilere yumuşak ve mülayim davranmalı”, Kâbe yolcularına şefkat kanatlarını açmalı, bütün arkadaşlarına karşı güzel ahlâklı davranmalıdır. Güzel ahlâk sadece kötülük yapmamak demek değil, eziyete katlanmak demektir.

Yolculuğa, asıl mânâsı parlamak ve açığa çıkmak demek olan “Sefer” adının verilmesi, kişinin ahlâkını açığa çıkarması bakımındandır. Geceli gündüzlü yemek, içmek ve bir adam ile üç gün bir yolculukta bulunmak onun her halini açığa çıkarır.

Bunun için birisinin ahlâkını iyi bildiğini zanneden ve onu Hazreti Ömer’e öven bir kişiye Hazreti Ömer:

“Bu adam ile, hüsn-ü haline delalet edecek bir yolculukta bulundun mu?” diye sorar.
Adam:
— Hayır, bulunmadım. Diye cevap verince,
Hazreti Ömer:
— Peki, bu adamla bir muamelede bulundun veya alış veriş ettin mi? diye tekrar sorar.
Adam yine:
— Hayır diye cevap verir.
Hazreti Ömer:
— 0 halde bu adam hakkında senin bir şey bildiğini zannetmiyorum, diye mukabelede bulunur.

Sa’y etmek, cemreleri atmak ve benzeri hac işlerinin hikmetini akıl idrak edemez. Bunları insan tabiatı kolaylıkla benimseyemez. Bunları ancak bir Emr-i İlahi olarak yapar. Burada akıl çalıştırmamak ve nefsi arzularından menetmek vardır. Çünkü manasını aklın anladığı her şeye, insanın nefsi de bir derece meyleder. Bu meyil, o emre inkıyadı kolaylaştırır. Bununla da kulluğun kemali ve eğilmenin tamamı hasıl olmaz. Fakat hac fiilinde bu yoktur. Çünkü bu hareketlerden akıl ve mantık bir şey anlamaz.

Bunun için Resul-i ekrem sadece Hac işinde; “Taabbüd ve Rıkıyyet et. Kölelik ve kulluk olarak senin hac hakkındaki emrine imtisal ettik” buyurdu. Namaz ve benzeri ibâdetlerde böyle buyurmadı

Vaktaki Allahu Teâlâ, insanların kurtuluşunu, tabiat ve arzularının hilâfına olan amellere bağlamayı ve dizginlerini şeriatın hükmünde bulundurmağı iktiza etti. Onlarda kulluk icabı inkıyad yolu ile sa’y ve cemreler gibi mahiyetini anlayamadıkları bu ibadetleri, tekrar tekrar yapmak zorunda kaldılar. Çünkü mahiyetini anlayamadan arzularının hilafına olarak yapılan bu gibi ibadetler insanı arzularından men etmekte, kulluk zevkini tattırmakta ve nefsini tezkiye etmekte daha müessirdir.

Kabe’yi ziyarete heves etmek, onun (Mekândan münezzeh olan) Allah evi olduğunu kastetmiş ve oraya gitmek bir melik huzuruna çıkmak sayıldığını, Kâbe’ye gitmeye niyet eden Allahû Teâlâ’yı ziyareti kastedmiş olacağı ve bu maksadının kaybolmayıp zamanı geldiğinde gerçekleşeceğini, bu fani gözler, görüşlerindeki noksanlıktan onun cemalinin nuruna dayanamadıkları için dünyada göremeyecekleri de, ziyaretten maksat olan müşahedenin cennette kendilerine nasip olacağını beytini ziyaret etmekle va’d-i kerimi muktezasınca beytin Rabbini görmeye hak kazandığını bilmekledir. Allah’a olan iştiyakı, mülakatın sebeplerine de kendisini teşvik edeceğinden şüphe yoktur. Aynı zamanda seven kimse sevgilisine nisbet edilen her şeyi sever. Kâbe Allah’a nisbet edilmiş ve “Allah evi” adını almıştır. Va’dedilen mükâfatlar bir tarafa, yalnız Allah’a edilmesi bile burayı ziyaret için kafidir.

Hacca karar veren kimse, Beytullah’ı ziyarete yönelmekle ailesinden ve yurdundan ayrılmayı, arzu ve isteklerinden uzaklaşmayı kastettiğini büyük ve mühim bir işe kalkıştığını bilmeli, Kâbe’nin kadrini ve Rabbinin azametini düşünmelidir. Büyük ve ehemmiyetli şeyleri isteyen o nisbette büyük tehlike ve zorluklar ile karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır. Riya ve sum’adan gösteriş ve desinlerden uzak kalıp, yalnız Allah rızasına niyet etmeli. Allahu Teâlâ’nın ancak kendi rızası için yapılan amelleri kabul edeceğini ve en büyük günahın başka maksatla Allah evini ziyarete gitmek olduğunu bilmelidir.

Alâkayı kesmek demek, hacca gidecek olan kimse her türlü kul hakkını ödemesi ve bütün günahlarından hâlisane tevbe etmesi demektir. Eğer ziyaretinin kabul edilmesini arzu edersen, emirlerini yerine getir, kul haklarını öde, bütün günahlarından tevbe et ve gönlünü başka her şeyden kes ki, kalıbın ile beytine yöneldiğin gibi kalbin ile de ona teveccüh etmiş olasın.

Vâsıtayı te’min ettiği zaman, Allahu Teâlâ’nın, bu vâsıtayı kendi emrine verdiğine ve bu suretle yaya yürümek zahmetinden kendisini kurtardığına şükretmeli. Geri dönmeyecekmiş gibi yurdundan alâkayı kesmeli, vasiyetini yapmalıdır. Çünkü sefer edenin Allahu Teâlâ’nın koruduklarından başka, serveti her an tehlikededir. Ahiret azığının ise takva olduğunu bilmelidir. Hac yolculuğu ise bir nevi âhiret yolculuğuna benzer. İhramları alırken kefene bürüneceğini hatırla. Çünkü ölümünde aynı onlar gibi bezlere sarılacaktır.

MEMLEKETİNDEN ayrılırken, diğer yolculuklara benzemeyecek şekilde, çoluk çocuğundan ayrılıp Allah’a yöneldiğini bilerek neyi murat ettiğini, nereye yöneldiğini, kimi ziyaret etmek istediğini düşünmelidir. Ayrıca selâmet ile Kâbe’ye ulaşmayı ve haccının makbul olmasını Allah’tan dilemeli fakat bunu servetini harcayıp memleketinden ayrıldığı için değil, ancak fazl- u kereminden Allahu Teâlâ’nın yapmış olduğu va’dinin tahakkuk etmesini istemeli ve yalnız O’nun lütfü keremine sığınmalıdır. Şayet yolda emr’i hak vâki olursa,Allah yolunda ölenlerin derecesini Allah’tan istemelidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “Evinden, Allah ve Resulünün rızası uğrunda göç edip de sonra (yolda) öle kimsenin ecri, Allah’a aittir.” (4-Nisâ 100) buyrulmuştur.

İhrama gireceği mîkat yerine geldiği ve oraya kadar çektiği zahmetleri düşündüğü zaman, ölmesiyle dünyadan ayrılıp mahşer yerinde toplanacağı ana kadar geçecek olan zamanı ve oradaki vaziyetini hatırlamalıdır.

Mikat yerinden niyet ve telbiyeyle ihrama girmenin Allahu Teâlâ’nın davetine icabet etmek olduğunu bilmeli ve bu icabetin kabulünü ümit etmeli, “Lebbeyk fermanına uydum, emrine geldim” dediği zaman, kendisine hayır hayır kabul etmiyoruz denileceğinden korkmalıdır. Kendi kudret ve kuvvetine dayanmamalı daima korku ile ümit arasında bulunmalı ve Allah’ın fazl-u keremine sığınmalıdır. Çünkü telbiye başlangıçtır, bu bakımdan tehlikelidir.

Süfyan İbn Uyeyne anlatıyor: Ali bin Hüseyin’in, biniti üzerinde hac için ihrama hazırlandığı vakit benzi sararırdı, vücudu titremeye başladı, bir türlü “Lebbeyk” deyip telbiye edemiyordu. Sebebi kendisinden soruldukta: “Rabbimin, kabul etmiyorum diyerek red etmesinden korkuyorum” diye cevap verdi. Ve nihayet “Lebbeyk” deyince bayıldı ve düştü. Bu hal hac vazifesinin nihayetine kadar kendisinde devam etti.

Ahmet İbn Ebûl-Havarî anlatıyor: “Ebü Süleyman Daranî ile bulunuyordum. Miykatta ihrama gireceği ve “Lebbeyk” diyeceği sırada bayıldı bir mil mesafe gittikten sonra ayıldı ve dedi ki: Yâ Ahmet, Allahu Teâlâ, Musa Aleyhisselâma şöyle vahy etti, İsrailoğullarının zalimlerine söyle, beni fazla anmasınlar. Zira o zâlimler beni her ne kadar anarlarsa, ben de onları lânetle anarım. Yazıklar olsun ey Ahmed, yine ben duydum helâl olmayan para ile hac edip “Lebbeyk” diyenlere, Allahu Teâlâ elinizde olan kul hakkını ödeyinceye kadar “Size Lebbeyk yok” der. Bize böyle denmeyeceğine emin olabilir miyiz” Miykat yerinde “Lebbeyk” diyerek ihrâma giren hacı, Allahu Teâlâ’nın davetine icabet ettiğini düşünmeli ve buna göre kendini ayarlamalıdır. Davet eden bizzat Allahu Teâlâ’dır. Nitekim âyeti celilede: “İnsanları hacca davet eyle.” (22-Hacc: 27) buyurdu.

Kâbe’yi gördüğü zaman, lâyık olan oranın azametini düşünmeli ve âdeta beyti değil, beytin Rabbini görüyor gibi kendine çeki düzen vermelidir. Kâbe’yi görmeyi nasip ettiği gibi, cemâlini göstermesini de ümit etmelidir. Kendisini bu makamlara ve mertebelere ulaştırdığı için Allahu Teâlâ’ya şükretmelidir.

Kâbe’yi tavaf etmek, bir nevi namazdır. Onun için namaz faslında anlattığımız, ta’zim, havf, rica ve muhabbet gibi halleri içinden hatırlamalı ve bu hal üzere tavaf etmelidir. Kâbe’yi tavaf ederken, arşı âzami kuşatıp etrafında dönen meleklere benzersin. Maksud olan, yalnız cisminin Kâbe etrafında dönmek olduğunu sanma. Asıl maksad beytin Rabbini hatırlamakla kalbinin tavaf etmesidir. Tavaf, Kâbe’den başlayıp yine Kâbe’de sona erdiği gibi, Allah’ı zikr ve hatırlamakla işi sona erdirmelidir.

Bilmiş ol ki makbûl olan tavaf, kalbin huzur-u ilahideki tavafıdır. Kâbe, baş gözü ile görülmeyen o melekût aleminin, bu mülk aleminde bir timsalidir. Nitekim beden, gayb âleminden olup göz ile görülmeyen kalbin, şu alemde müşahede edilen bir misali olduğu gibi. Esasında görülüp müşahede edilen bu âlem, Allahu Teâlâ’nın kapısını açtığı kimseler için, müşahede edilmeyen âlemi melekütun bir yoludur. İşte bu muvazeneye işaret olarak gökteki Beyt-i Mamûr da tam Kâbe hizasındadır. Meleklerin onu tavafı, insanların Kâbe’yi tavafı gibidir.

HACER-ÜL ESVEDİ sıvazlarken, Allahu Teâlâ’ya kulluk ve ibadet edeceğine söz veriyor gibi olmalı ve samimi olarak bu sözünde durmaya azm etmelidir. Zira verdiği sözde durmayanlar gazaba uğrarlar. İbn Abbas, Resul-i Ekrem’den şöyle rivayet etti.

“Hacerü’l Esved yeryüzünde Allah’ın yeminidir, yâni sağ koludur. Kişi kardeşiyle musafaha ettiği gibi Allahu Teâlâ da onunla (insanlar ile) musafaha eder” buyurmuştur.

Kâbe duvarlarına sarılmak ve mültezime yapışmağa gelince. Kâbe’ye bu sevgiyi gösterirken maksadın, Kabe’nin Rabbine yaklaşmak ve cehennemden korunmak olsun. Halkalara asılmakla, bir kişiye hata edip sonra İsrar ile affını dilemek üzere yakasından yapışıp, eteğine sarılıp beni affetmeden ayrılmam diyen gibi, Allahu Teâlâ’dan aman dilemek ve günahlarının affını ısrarla talep etmeğe niyet etmelidir.

Kâbe civarında bulunan Safa ile Merve arasında Sa’y etmek, melik’in huzuruna girip çıktıktan sonra dileğinin kabul olup olmadığını bilmediği için sarayın etrafında dönüp dolaşan kimsenin durumuna benzer. Sarayın önünde ileri geri gider gelir. Acaba dileğim kabul oldu mu? Belki bu defa görmedi, bir dahasında görür ve merhamet eder diyerek birkaç defa sarayın etrafında ileri geri gider gelir. Sa’y eden de bunun gibi acaba Allah beni affetti mi, acaba bu defa bağışladı mı? diye beytin yakınında olan Safa ile Merve arasında gider gelir. Ayrıca Safa ile Merve arasında Sa’y ederken Kıyamette sevap ve günahın tartılacağı nizamı hatırlamalıdır. Meselâ Safa’yı sevap gözü Merve’yi de terazinin günah gözü kabul eder. Hangisi ağır gelecek diye bir o göze bir diğer göze baktığı gibi böylece Safa ile Merve arasında Sa’y der.

Arafat’ta durduğu vakit, orada dil ve renklerin ayrılığı, seslerin yükselmesi, insan kalabalığı, herkesin kendi imanının etrafında toplanması gibi haller ile kıyameti ve herkesin peygamberlerin ve imamların ardında toplandıklarını, herkesin kendi peygamberinden şefaat beklediğini ve oradaki tereddütlerini, hayret ve dehşetli vaziyetini hatırlamalıdır. Onu hatırladığı zaman, cânı gönülden Allah’a bağlansın ve O’ndan af ve mağfiret dilesin. Umulur ki o günde rahmet edilmiş iyiler ile haşrolur. Bu mevki hem şerefli ve hem de salih ve basiret sahibi insanlardan hali değildir. Bu gibiler vasıtasıyla Rahmet-i İlâhî umuma nâzil olabilir, bunun için duasının kabul olacağına kafi olarak inanmalıdır. Bu mevkiler afv-i umumi yerleri olduklarından dileklerin kabul olduğu hususunda tereddüt edilmemelidir. Hatta denildi ki: “Arafata çıktığı halde hâlâ Allahu Teâlâ’nın, kendisini mağfiret etmediğini zannetmek, en büyük günahlardandır.”

Sanki haccın sırrı, her taraftan muhterem ve maneviyat sahibi insanların bir araya toplanıp, bir anda, bir gaye uğrunda Allah’a duâ etmeleridir. Allahu Teâlâ’nın rahmetinin nüzülüne vesile olacak bundan daha kuvvetli âmil düşünülemez.

Cemreleri atarken, mantık ve muhakemeye başvurmadan mücerret emr-i iâhî olduğu için ve kendine düşen kulluk vazifesi mucibince Allah’ın emrine uymağı niyet ederek taşları atmalıdır. Ayrıca Halil-i İbrahim’e benzemeğe niyet etmelidir. Çünkü burada ya isyan ettirmek veyâ hac amelinde yanıltmak için şeytan, İbrahim Aleyhisselâma gözüktü. Allah’ın emriyle İbrahim Aleyhisselâm da onu taşladı. Şâyet İbrahim Aleyhisselâm şeytanı gördü ve taşladı fakat bana görünmüyor neyi taşlıyayım? Boşuna iş yapıyorum, dersen. Bilmiş ol ki bu da şeytandandır. Seni bu vazifeden şaşırtmak için sana vesvese veriyor. Bu çocuk oyuncağı gibi bir şey dersen seni aldatmaya çalışıyor. Sen şeytanın inadına; hikmetini anlayamadığın bu kulluk vazifeni yerine getirmeğe çalış. İyi bil ki, bu görünüşte her ne kadar taşları o muayyen yerlere atıyorsan da, hakikatte bu taşlar ile şeytanın belini kırmakta ve şeytanı içinden atmaktasın. Çünkü şeytanın asıl burnunu sürtmek ve belini kırmak, sırrı hikmetini anlayamadığın halde, yalnız Allahu Teâlâ’nın emri olduğu için O’na saygı ve ta’zîm göstererek bu vazifeyi ifa etmektedir.

Medine şehrini gördüğün zaman, Allahu Teala’nın, Resulüne ayırdığı ve Hazreti Resulüllah’ın hicret ettiği bir şehir olduğunu, İlâhi emirlerin ve peygamberimizin bir çok sünnetlerinin burada meşru olduğunu, ölünceye kadar buradan düşman ile harp edip İslâm dinini ilân ettiğini, sonra kendisinin ve kendisinden sonra hilafet vazifesini ifa eden iki dostunun (Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’in) türbelerinin de burada bulunduğunu hatırla. Sonra Resül-i Ekrem’in buralarda gezdiğini ve ayak basmadık bir yer bırakmadığını düşünerek o nisbette huşu ve huzur içinde yürü. Resul-i Ekrem’in kalbine Allahu Teâlâ’nın ifaze ettiği büyük ilim ve marifeti ve habi- binin adını yücelterek kendi ismi şerifiyle bile andığını, konuşurken yüksek sesle de olsa Resul-i Ekrem’e hürmetsizlik edenin amelini mahvettiğini düşün. Sonra O’nu görüp, sözünü dinleyen ve Onunla konuşan ashab-kiramına Allahu Teâlâ’nın büyük lütuflarını düşün. O’nu ve ashabını göremediğine üzüntü duy. Sonra dünyada görmek şerefine nail olamadığın gibi ahirette de görememek tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşün ve bu korkuyu hisset.

Bir an olsun eğer İslâm şeri’atına hürmetsizlik ettin ise, bu sebeple Resûl-i Ekrem ile aranıza hail girmesinden emin olma. Bununla beraber imân şerefiyle müşerref olup ticarî veyâ maddi her hangi bir maksad gözetmeden yalnız Resül-i Ekrem’e olan aşk ve şevkinden buraları ve onun türbesini ziyarete geldikten sonra ümidini kesme. Çünkü senin hareketin, Allahu Teâlâ’nın sana rahmetle bakmasının en kuvvetli amelidir.

Resül-i Ekrem’in mescidine vardığın zaman, buranın aslında bir arsa iken, Allahu Teâlâ’nın burasını Habibine ilk ve en üstün Müslümanlara mescit olarak seçtiğini, ölü ve diri nice makbûl Müslümanların burada toplanıp namaz kıldıklarını düşün. Buraya girmekle beraber Allahu Teâlâ’nın seni de bağışlayacağını kuvvetle ümit et, huşu ve hürmet ile bu mescide gir. (Kâbe’den sonra) Saygı değer en üstün makam burasıdır. Nitekim Ebu Süleyman Daranî şöyle anlatıyor: Veys’el- Karani haccını yaptı ve Medine-i Münevvere’ye gitti. Mescidin kapısına gelince: İşte Resül-i Ekrem’in türbesi buradadır diye kendisine haber verildiğinde hemen bayılıp yere düştü.

Ayıldığı zaman “Beni buradan çıkarın Resûl-i Ekrem’in medfun bulunduğu bir beldede benim için yaşama zevki olamaz” demiştir.

Yukarıda anlattığımız şekilde, Resûl-i Ekrem’in türbesini ziyaret edersin. Hayatında nasıl ziyaret edilirdi ise ölümünde de aynı hürmetle ziyaret edilir. Hayatta olsa kendisine ne kadar yaklaşman icap ediyorsa, türbesine de o kadar yaklaş. Fazla sokulma. Hayatında iken huzurunda takınacağın edep ve terbiyeyi türbesinde de aynı şekilde muhafaza et. Duvarlara ve parmaklıklara sarılma, onları öpme. Zira bu gibi el etek öpmeler, duvar ve demirlere sarılmalar, Yahudi ve nasârâ adetidir.

Bilmiş ol ki O seni ve senin heraketini görür ve bilir. Getirmiş olduğu salât ü selâm kendisine duyurulur. Cismi şerifinin orada medfun bulunduğunu ve Allah katındaki yüce mevkiini düşün. Resûl-i Ekrem’-den rivayet edilen bir hadiste: Allahu Teâlâ’nın, kabrine bir melek müvekkel ettiğini ve getirilen salât ü selâmı kendisine tebliğ ettiğini” haber vermiştir. Bu hadîs kabrinin başında bulunmayıp dünyanın her hangi bir köşesinde bulunan Müslümanın getirdiği salâvat hakkındadır. O’na olan aşk ve şevkinden, memleketinden ayrılıp uzak mesafeleri kat ederek türbesinin başına gelenlerin salâvatlarını öncelikle duyar. Diğer bir hadiste: “Kim ki benim üzerine bir salâvat getirirse, Allah ona on rahmet inzâl eder.” buyurmuştur. (Müslim, Ebu Hureyre’den)

Bu hadis, hariçte diliyle Peygamber üzerine salâvat getirenler hakkında olduğuna göre,huzuruna gelerek salâvat getirenlerin mükâfatı elbette daha fazladır. Sonra minberinin yanına gel ve Resül’i Ekrem’in minberde Allahu Teâlâ’ya ibâdeti teşvik eder şekilde hutbe irad etmekle olduğunu, muhacir ve ensarın, gözlerini oraya çevirerek dikkatle hutbeyi takip ettiklerini düşün ve kıyamet gününde Resûl-i Ekrem’den ayrı kalmamağı Allahu Teâlâ’dan dile. İşte hacda kalbin vazifesi bunlardır.

Böyle bir huzur içinde haccını yaptıktan sonra da haccının makbul veya kabul edilmemiş olmasını düşünmeli ve bunun korkusunu içinde taşımalıdır. Kendisini murakabe etsin, hareketlerini şeriat mizanına vursun. Şayet bundan sonra, niyeti Allah rızasına, hareketleri şeriata uygun düşüyorsa, haccının kabul olduğuna inansın. Çünkü Allahu Teâlâ sevdiği kulunun amelini kabul eder. Sevdiği kimseyi iblisin şerrinden korumakla sevgisinin alametlerini onda belirtir. Binaenaleyh hac ettikten sonra isyan etmemek, haccın kabul olmasına delildir. Fakat kendisine çeki düzen vermeyip yine eski isyana dönenlerin bu yolculukta ellerine yorgunluk ve zahmetten başka bir şey geçmeyeceğinden korkulur. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız.”

(İHYA-İ ‘ULUMİ’D-DİN)

    Leave Your Comment

    Your email address will not be published.*