Gizli Sofistlik

– İNSAN GAFLETİ –

Evden işe, işten eve gidip geldiğim günlerden birisiydi. Avrupa yakasındaki işimden çıkmış, bindiğim vapurda zihnimde gündelik meseleleri tartıp duruyordum. Vapur iskeleye yanaştı. İndim. Benimle birlikte tanımadığım yüzlerce insan indi. Otobüse atak yapmadan önce sağ tarafıma şöyle bir baktığımda kalakaldım. Gökyüzünde kelimenin tam anlamıyla şölen vardı. En yukarıda açık maviden, aşağıda koyu kavun içine doğru renkler ruhumu mest edercesine, derece derece iniyordu. Göğün üst kısmında gündüz “elveda” derken, alt kısmında “akşam” merhaba diyordu. Gözüm biraz daha sol tarafa kaydığında şimdiye dek gördüğüm en ince, en nazenin hilâlle karşılaştım. O renk cümbüşü içinde sadeliği, inceliği simgeliyordu hilâl. Hepsi birlikte muhteşem bir tablo gibiydi. Gibisi fazla bir sanat eseriydi. İnsanın önce gözünü cezbedip, sonra da, kalb gözüne Sanatkarının sanatındaki güzelliğini sergiliyordu; kudret ve iradesi karşısında renklerin, ışığın, gökyüzünün ve insan ruhunun nasıl râm olduğunu anlatıyordu.

Bütün bunlar dünyamda birkaç saniyelik bir titreşim gibi geçip gittiğinde, etrafımdaki insanların farkına vardım. İstisnasız hepsi gözlerinin hemen ucundaki kelimenin tam anlamıyla sanat eserine bakmıyor, gözlerine çarpsa bile dikkat etmiyor, orada sanki hiçbir şey yokmuş gibi yollarına devam ediyorlardı. Görmüyorlardı. Belki de görmek istemiyorlardı. Sanki o güzelim sanat eseri orada yokmuş gibi davranıyorlardı.

Çok şaşırmış, o akşam bunun sebebini düşünmüş, ama tatmin edici bir cevap bulamamıştım. Tâ ki…

Birkaç gün sonra, okuduğum bir kitapta Eski Yunan felsefesinin okullarından birini tanıdım: Sofistler. Diğer isimleriyle sofestailer. Eski Yunan’ın diğer felsefecileri mevcutların menşeini kâinatın dışındaki bir Zât’ın sonsuz kudret ve ilmine vermemek için kainatın içinde bir “ana madde” aramak zorunda kalmışlar. Bu yolda “anasır-ı erbaa” yani “dört unsur” bataklığına bile girmek zorunda kalmışlar. Kimisi bütün varlıkların kaynağının su, kimi ateş, kimi toprak, kimi hava olduğunu söylemiş, kimi ise “dördüdür” demiş.

Hemen hepsinin ittifakla varmaya çalıştığı hedef kâinattaki sanatlı mevcudları, kâinatın dışındaki bir sanatkâra vermek yerine onları maddi sebeblerle açıklamakmış. Ama bu yolda kendi kendileriyle büyük bir çelişkiye düşmekten kurtulamamışlar. Her biri maddeten şuursuz, aciz ve cahil birer varlık olmasına rağmen, bu maddelerin üzerinde parlayan sanat ve kudret nakışları (havada irade, toprakta hafiziyet, suda rahmet gibi ilâhî sıfatların tezahür etmesi) onların maddeci izahlarını gülünç ve aptal duruma düşürmüş.

Ama Sofestailer galiba bu çelişkinin farkına varmışlar. Onlar, sanatlı mevcudatı göz ile gördükten ve onların mevcudiyetini kabul ettikten sonra o mevcudların sanatlı yapılışını ve dolayısıyla Sanatkârlarını kalp ve akıl gözüyle görmemenin ve kabul etmemenin “çok garip ve pek çirkin” bir şey olduğunu anlamışlar olsa gerek. Ve galiba bu yüzden işi tâ başından “halletmeye” çalışıp “hiçbir şey yoktur” demişler. Sonrada eklemişler “varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz.” Bununla da kalmayıp kendi vücutlarını ve akıllarını bile inkâr etmişler.

Sofestailerin kainatın apaçık varlığını inkâr etmeleri bir açıdan belki büyük bir ahmaklık. Diğer bir açıdan ise kâinatın vücudunu inkar ettiklerinden ahmak zannedilen sofestailer inanmayanların en akıllıları. Çünkü kâinatın vücudunu kabul ettikten sonra Allah’a ve Halıkına inanmamak mümkün olmadığından kâinatı inkâra başladılar, kendilerini de inkar ettiler, “hiçbir şey yok” diyerek akıldan istifa ederek akıl perdesi altında sair inkarcıların hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.

İşte o gün iskelede karşılaştığım manzaranın sebebi insanların bu büyük çelişkiye düşmek istemeyişi idi. İnsan sanatlı bir mevcuda dikkatle bakıp onun üzerinde parlayan ve bütün maddi sebebleri âciz bırakan sanatı görüp sonra da “Evet bu varlık—mesela şu çiçek—çok sanatlı, ama ona o vücudu kendisi de sonradan yapılmış olan toprak vermiştir. Ona o güzel şekli kendisi de şekilden şekile giren su vermiştir. O güzel renkleri hiçbir şeyi bilemeyen ve göremeyen ışık vermiştir” dese, bunun büyük bir aptallık ve çelişki olacağını biliyor. O gün mümkün olsaydı da, o insanlara sorsaydım. Hiçbirinin Yaratıcıyı inkar edeceğini sanmıyorum. Bununla birlikte inkar etmemek başka iman etmek bütün bütün başka şeyler. Kâinatta hiçbir şuur sahibi kainatın bütün sanatlı mevcutları kadar şahitleri bulunan Yaratıcıyı inkar edemez.. Etse bütün kainat onu yalanlayacağı için susar, lâkayd kalır.

Bu yüzden, insan eğer Yaratıcıyı tanıyıp onun emirlerine râm olmak istemiyorsa en büyük Sofestai olan nefsine uyup sanatlı varlıklar sanki yokmuş gibi davranıyor, lakayt kalıyor. Birisi ona kasten bir çiçeği gösterip, “Bak şunun üstündeki harika sanat nakışlarını görmüyor musun? Bu kendi kendine olabilir mi? Bunu kör şuursuz tabiat yapmış olabilir mi?” diye sorduğunda, ya konuyu değiştiriyor ya da “Canım öyle fazla derin düşünme, sonra işin içinden çıkamazsın, hem bu işin sırrını çözmek mümkün değildir” deyiveriyorlar. Kendisine verilen aklı, lâyık olduğu mecrada kullanmaktan kaçıyor, akıldan uzaklaşıyor.

Evet, çiçeği zaman zaman hatırlayıp eline alıyor, ona bakıyor, ama harikulade bir sanat eseri olarak değil; “para sayıp” sahip olduğu bir “mal” olarak bakıyor. Yaratıcı’ya bakan yönüne değil kendi nefsini okşayan yönüne bakıyor. Bir sevdiğine hediye etmek istediği o çiçeğin aslında kendisine bir rahmet ve kudret hediyesi olduğunu unutuyor.

O gün, an be an değiştirilen o gün batımı tablosunu görüp, o tabloyu onu sonsuz kudret ve ilmi ile vücuda getirip, sonsuz rahmet ve sevgisiyle şuur sahibi insanların nazarına arz eden bir Yaratıcı’ya vermemek mümkün olmadığından, insanlar “fiili” ve “gizli” bir sofestai tavır gösterip, tabloyu görmeyerek o yokmuş gibi davranmışlar ve Yaratıcıya giden yolu, tâ başından kapamışlardı. Bunu dikkatlerini başka şeylere dağıtarak yapmışlardı.

Her nefis bilsin ya da bilmesin aynı zamanda bir sofestaidir ve hangi yolun nereye çıkacağını çok iyi biliyordur.

Aslında benim zihnimde de bir sofestai gizlenmiş biliyorum. Evet, hem mevcutları kabul edip, hem de onların Yaratıcısını inkar etmek gibi bir aptallığa düşmüyorum. Ama başta kendi maddi ve manevi mevcudiyetim olmak üzere bütün mevcutların harikulade sanatlarına rağmen çoğu zaman gaflete ve tevekkülsüzlüğe düşüyorsam bunun sebebi zihnimde gizlenmiş ve bana Eski Yunan’ın felsefesini fısıldayan o sofestai değil de ne? Mevcudatın üstünde gözlerime görünmek isteyen Sanatı görmek istemesem, kalp gözüm onların Sanatkarını nasıl görsün ve huzuru nasıl yakalayayım ki?

Beni sanatla yaratan Zât, beni benden daha iyi tanıdığı için kendime ve diğer varlıklara nasıl muhatap olacağımı anlatan Kitap, bu noktaya özellikle vurgu yapıyor. “Bakmaz mısınız? Düşünmez misiniz? Dikkat etmez misiniz?” diyerek beni hep zihnimde gizlenmiş olan o sofestaiye karşı ikaz ediyor. İçimdeki sofestai mevcudata sanatı için bakmamaya ne kadar kast ediyorsa ilâhî kitap da benim o kadar kast ederek, sanatı görmemi ve onu tefekkür etmemi istiyor. Ancak bundan sonradır ki, kalp gözümün Sanatkârını görebileceği dersini veriyor.

* * *

30.11.2005 – YAG

    Leave Your Comment

    Your email address will not be published.*