– Esma-ül Hüsna Nedir –
Esmâ’ül Hüsnâ, Allah’ın güzel isimleri demektir. Bu isimlerden bazıları ilahi sıfatlardır. İslam Dinine göre bu isimler büyük önem taşımaktadır. Tevhid, haşir ve nübüvvet gibi iman esasları bu isimler ile izah ve ispat edilmiştir. Bir Müslüman Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımalıdır, buna Marifetullah denir.
Eûzü billahi mineş-şeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim
ﺍَﻟﻠّٰﻪُ ﻟﺎَٓ ﺍِﻟٰﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀُ ﺍﻟْﺤُﺴْﻨٰﻰ
Okunuşu: “Allâhü lâ ilâhe illâ hüve lehü’l esmâ-ül husnâ” (Tâhâ Sûresi 8. Âyet) Anlamı: Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. En güzel isimler yalnızca Onundur.
Allah’ın 99 ismi vardır. Bu doksan dokuz isme ihsâ isimleri denir. “Ebû Hüreyre R.A. rivayet ettiği bir Hadisi Şerifte, Allah’ın Resûlü salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu: “Muhakkak ki, Allahu Teâlâ’ya mahsus olarak doksan dokuz isim vardır. Her kim bu doksan dokuz ismi ihsâ ederse (sayarsa) Cennete girer.”
İHSA kelimesine üç türlü mana verilmiştir: saymak, ezberlemek ve manaları şuurla anlamaktır. Şu halde İhsa’nın gerçekleşmesi için bu doksan dokuz ismi hem ezberlemek, hem manalarını öğrenmek, hem de saymak gerektir. Ayrıca bu isimlerin gereğini hayatımıza da tatbik etmeliyiz. Yoksa bir papağan gibi sadece saymak yeterli değildir. İnsan gibi şuurlu bir varlığa yaraşan da budur. Şeref ve itibar, sadece bilmekle değil, Cenab-ı Hakkın isimlerine ve ismi azama mazhar olmakla olur.
Allah’ın isimleri elbette 99 taneden ibaret değildir. Bu doksan dokuz adedinin söylenmesi HASR yani sınırlamak için değildir; Allah’ın (C.C.) ancak doksan dokuz ismi vardır, bunlardan başka yoktur anlamına gelmez. Kur’an’da, bilinen doksan dokuz isimden başka isimler de gelmiştir. Ayet ve Hadislerde bu 99 isimlerden ayrı olarak Allah’a başka isimler de izafe edilmiştir.
Nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Cevşenü’l-Kebir namındaki münacatında, Allah’a bin bir ismiyle dua ediyor.
Esmâ’ül Hüsnâ’nın birincisi olan ALLAH ismi şerifi, Ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan Zât-i Vâcibül-Vücûda delâlet eden ALEM*dir ve sayılan isimlerin içinde İsm-i A’zam’dır. *ALEM: işaret, ismi has demektir. Allah ismi özel isimdir. Bu ismin manasında yazılan dört kayıt vardır:
1- Ulûhiyyete mahsus sıfatlar.
2- Allah isminin bir ism-i cami’ olması.
3- Vâcibü’l-Vücûd mefhumu.
4- İsm-i A’zam olması.
Bunlardan dolayı ALLAH isminin yerini hiç bir isim tutmamaktadır. Tanrı gibi.
İsmi Azam Nedir?
Kur’anı Kerim ile hadîs-i şeriflerde geçen Allah’ın isimlerinin en büyüğü olan ve İSMİ AZAM olarak tabir edilen isimler de bulunmaktadır. İsm-i a’zam’ın Allah katında büyük bir değeri vardır. İsm-i a’zam ile yapılan duaların daha çok makbul olacağı rivayet edilmiştir.
Allah (C.C) İsm-i A’zam’ı diğer isimleri içinde gizlemiştir. Bunun da hikmeti, kullarının Esmâ-i Husnâ’ya ilgisini çekmek ve kendisine bütün isimleriyle dua edilmesini sağlamaktır. Hz. Ali Efendimize göre İsm-i A’zam altı tanedir. Esma-i sitte denilen bu altı ismi azam; FERD, HAYY’, KAYYÛM, HAKEM, ADL ve KUDDÛS isimleridir.
İsmi Azam Duası
Çeşitli kaynaklarda değişik ismi azam duaları vardır. Ashaptan Büreyde (r.a) anlatıyor) Allah Resulü bir gün mescidde: “Allahümme innî es’elüke bi-ennî eşhedü enneke en-te’llahü lâ ilahe illâ ente’l-ehadü’s-samed’üllezî lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehü küfüven ehad…” diye dua eden birisini görmüştü. Bunun üzerine: – Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu şahıs, Allah Teâlâ’nın kendisiyle istenildiğinde verdiği, dua edildiğinde kabûl ettiği İsm-i A’zam ile dua etti” buyurdu.
İsimleri Saymak Nasıl Yapılmalı?
Kur’an’da «Haşr» sûresinin sonundaki Esmâü’l Hüsnâ’yı okuduğumuz gibi bütün isimleri birbirine ulaştırarak okuyabiliriz. Ayrıca, her ismi teker teker okumak da caizdir. Bazıları Esmâü’l Hüsnâ’yı harf-i târif dediğimiz elif-lâm ile okumuştur. Bazıları da “EL” takısına bedel olarak (YÂ) harf nidâsiyle okumuşlardır. Yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahim… gibi. Bir de her ismi Şerifi okudukça (Celle Celâlühu) tazim cümlesini tekrarlamak edep ve saygı gereğidir.
Kısa Anlamlarıyla Allah’ın 99 ismi >
Sübhaneke ya Allâh tealeyte yâ Rahman, ecirnâ mine’n-nâr bi afvike yâ Rahmân
Sübhaneke ya Râhim tealeyte yâ Kerim ecirnâ mine’n-nâr bi afvike yâ Rahmân
https://www.youtube.com/watch?v=Nm5fJigNegs
Esma-i Kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın Kudsi isimleri. Hakiki anlamda eşyanın hakikati esmâ-i İlâhiyedir. Bütün mevcudatın ve kainatın hakikatları Esmâ-i ilahiyeye dayanır. Maddi ve manevi, cevheri-arazi, her bir şeyin, her bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinat ederler. On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor. İnsan, Üç Cihetle Esmâ-i İlâhiyeye Bir Âyinedir
Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.
İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir.
Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. İnsanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.
Faydalanılan Kaynaklar:
Esma’ül Hüsna Şerhi – Ali Osman TATLISU
Diyanet Yayınları
Risale-i Nur Külliyatı
İslami Kaynaklar
‘Esma-i Hüsna’ konusunda geriye doğru baktığımızda, konuya dair bir dizi çalışmanın olduğunu görüyoruz. Ancak bu eserlerdeki dil, üslup ve de konunun sunum biçimi, günümüz insanına mesajın ulaşmasını zorlaştırıcı bir unsur olarak öne çıkıyor.
Risale-i Nur’un bakış açısı doğrultusunda hazırlanan bu kitabın önemli bir boşluğu dolduracağını, bir başucu eseri olacağını umuyoruz. Ve, başta da ifade ettiğimiz üzere, bizleri harekete geçirici bir unsur olarak okuyucularımızın teklif, tavsiye ve teşviklerine açık olduğumuzu bir kez daha ifade ediyor; sizleri bu güzel eserle başbaşa bırakırken, hepinize ‘Allah’ın güzel isimleri’ ile güzelleşen bir hayat diliyoruz.
ZAFER YAYINLARI
Esmâ-i Hüsna
Allah’ın, hepsi güzel olan mukaddes isimleri
Allah Resûlû^’ bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın güzel isimlerinden doksan dokuz ismi şöyle bildirmiştir:
Allah, er-Rahman, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddüs, es-Selâm, el- Mü’min, el-Müheymin, el-Azız, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâ- lık, el-Bâri’f el-Musavvir, el-Gaffar, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er- Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfid, el-Râfî’, el-Muizz, el-Müzill, es-Semi’, el-Basîr, el-Hakem, el-Adi, el-Lâ- tif, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Gafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el- Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb,
el-Mucîb, el-Vâsi’, el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şe- hîd, el-Hakk, el-Vekîl, ei-Kaviyy, el-Metîn, el-Velî, el-Hamîd, el- Muhsî, el-Mübdî’, el-Muîd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el- Kayyûın, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kadir, el- Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâlİ, el-Müteâl, el-Berr, et-Tevvab, el-Müntakim, el- Afuvv, er-Raûf, Mâlikü’l-Mülk, Zü’I-Celâli ve’l-İkram, el-Muksıt, el-Câmi’, el-Ğaniyy, el-Muğnî, el-Mâni’, ed-Dârr, en-Nâfı’, en- Nûr, el-Hâdî, el-Bedi’, el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.
Elbette ki, Allah’ın isimleri bu doksan dokuz isme münhasır de-ğildir. Esma-i hüsna hadisinde geçmeyip de Kur’ân-ı Kerîm’de geçen başka İlâhî isimler bulunduğu gibi, Allah Resûlünün‘a s m) sair hadis- i şeriflerinde ve münâcatlarında geçen isimler de mevcuttur. Bunların tamamının açıklanması bu kitabın hacmini aşacağından biz, es- mâ-i hüsna hadisinde geçen isimleri açıklamakla iktifa edeceğiz.
Ancak daha önce, ‘zât, şuunât, sıfat, efal, esmâ’ kavramları üze-rinde az da olsa durmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.
Allah’ın Zâtı
Allah’ın zâtı, kavranılamayacak kadar yücedir. Zira akıl ve anlayış Allah’ın insana bir hediyesidir ve yaratılanlar bu sermaye ile Allah’ın varlığı bilinebilir ama zâtının hakikati idrak edilemez.
Mahluk olan şey mutlaka sınırlıdır. Bir başlangıcı olduğu gibi bir nihayeti de vardır. Meselâ, göz mahluk olduğu gibi görme sıfatı da mahluktur ve her ikisi de sınırlıdır. İnsan, bütün cisimleri göremediği gibi, kâinatta faaliyet gösteren kuvvetleri, bedenlerde vazife gören ruhları, bu âlemi dolduran melekler dünyasını göremez. Göz gibi akıl da bir mahluktur. Allah’ın sıfatları ise sonsuz. Sınırlı olan, sonsuzu İhata edemez, kavrayamaz.
“Hakikat-ı mutlaka, mukayyeti enzar ile ihata edilmez.” Sözler
Mutlak, kayıt altma alınamayan, kendisine bir sınır biçilemeyen demektir. ‘Enzar’, ‘nazar’ın çoğuludur, nazar ise, çoğu zaman, akıl mânâsına kullanılmaktadır. Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, son-suzdur. Bu sıfatların kayıtlı ve mahluk olan akılla, hakkıyla, idrak edilemeyeceğini her müstakim akıl, şüphesiz, kabul eder. Sıfatı hakkıyla idrak edilemeyenin, zâtının da mahiyetiyle bilinemeyeceği çok açıktır.
Hz. Ebubekir Efendimizİn(ra> bu mânâyı ders veren çok İbretli bir sözü vardır. “Allah’ın zâtının idrak edilemeyeceğini bilmek gerçek İdraktir. O’nun zâtı üzerinde düşünmek İse işraktır (gizli şirktir}”
Allah’ın zâtı hakkında ne düşünülse, bu düşünce aklın bir mah-sulü olacaktır. Akıl mahluk olduğu gibi, düşündüğü şey de mahluk olur. Bu mahluku, Halik kabul etmek ise gizli şirk demektir. O’nun zâtının kutsi mahiyetini ancak kendisi bilir.
Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek pek çok duygularla, latîfelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde pek çok hakikatlere muhatap olabiliyoruz. Bunlardan birisi de, Allah’ın zâtının bilinmezliği. Zira, henüz bedenimizde tasarruf eden ruhumuzun mahiyetini bilmekten aciziz.
İmam Gazâlî Hazretlerinin enteresan bir açıklaması var: “Allah, insanlar için noksanlık sayılan sıfatlardan münezzeh olduğu gibi, kemâl sayılan sıfatlardan da münezzehtir.”
‘Mükemmel’, ‘üstün’, ‘noksansız’ kelimeleri telaffuz edildiğinde, insanın aklında canlanan mânâlar mahlukturlar ve Allah’ın kutsî kemâli, bunlarla anlaşılabilecek bîr kemâl olmaktan münezzehtir.
Bu güzel tespit üzerinde düşünürken, insanın ruhu ile bedeni arasındaki mahiyet farklılığı hatırıma geldi. Hayal âlemimde, bede-nin bütün organlarına şuur verdim ve kendilerine, ‘kemâl’ denilince ne anladıklarını sordum. Göze göre kemâl, miyop ve hipermetrop ol-ma gibi kusurlardan uzak bir görme, ayak için kemâl, topal olma kusurundan azade bir yürüyüş, ciğere göre kemâl, bütün arızalardan uzak bir solunum sistemi idi.
Örnekler çoğaltılabilir. Ve bunların hiç-biri ruhun kemâlini anlamakta ölçü olamazlar. Ruhun, ‘iman, marifet, ilim, ahlâk’ gibi esaslara bina edilen kemâli, organların kemâliyle anlaşılmaz. Ve ruh, organların kendi zât, sıfat ve kabiliyetlerine kıyas ederek ortaya koydukları, her türlü kemâlden münezzehtir.
İkisi de mahluk oldukları halde, bedendeki kemâl, ruhun kemâlini anlamakta nasıl ölçü olamıyorsa, elbette mahluk olan akim anladığı ve yine bir başka mahluk olan hayalin tasvir ettiği bir kemâl ile Allah’ın mukaddes kemâlinin bir ilgisi olamaz. İşte İmam Gazâlî Hazretleri o hikmetli sözüyle bize bu ulvî dersi vermiş oluyor.
Şuunât-ı ilahiye
Şuunât, şe’nin çoğuludur. Şe’n için ‘hal, kabiliyet, istidat’ gibi mânâlar veriliyorsa da bunları İlâhî hakikatlere aynen uygulamak, insanı yanlış düşüncelere ve bâtıl hayallere götürebilir. Nur Külliyatında, şuunât konusunda iki önemli açıklama görüyoruz.
Birisi: Hâlıkiyet, hâkimiyet, mâlikiyet… için şuunât denilmiştir. Yani, Allah, hâlıkiyet, mâlikiyet, rububiyet, rahîmiyet, rahmâniyet sahibi bir zâttır. Bütün bunlar Allah’ın şuunâtındandır.
Hâlıkiyet! misal alarak şöyle söyleyebiliriz:
Halk (yaratmak) bir fiildir. Halik (yaratıcı) isimdir. Hâlıkiyet (yaratıcılık) ise şe’ndir.
“Allah vardı ve hiçbir şey yoktu,” kudsî hadisini düşünelim. Henüz hiçbir mahluk yokken, yine Allah’ın Hâlıkiyeti, yani yaratıcılık vasfı var İdi. Ama Hâlık ismi, ancak mahlukatın yaratılmasıyla tecelli etmiş oldu.
Kâinat yaratılmadan da Allah bütün esmaya sahipti. Yani Rez-zâk’tı, Muhyî idi, Mümît idi. Ama bu isimlerini kâinatı yaratmakla tecelli ettirdi. Meselâ, Rezzak ismini düşünelim:
Cenâb-ı Hak, daha sonra yaratacağı hayvanlara rızık olmak üze-re bitkileri yarattı, sonra bu rızka muhtaç mahlukları yarattı ve bu İkincilerin, birincilerle beslenmelerinde Rezzak İsmi tecelli etmiş oldu. Sadece bitkileri yaratsaydı da hayvanları yaratmasaydı, o ilk yaratılanlara rızık denilmezdi. Onlarda Hâlık, Mâlik, Musavvir gibi isimler yine tecelli ederdi ama Rezzak ismi tecelli etmezdi.
Nitekim dünyamız böyle bir devir yaşadı. Bitkiler yeryüzünü kaplamıştı ama ortada bunları yiyecek hayvanlar yoktu. İşte o devirdeki bitkiler rızık değildiler, sadece İlâhî birer eserdiler.
Nur Risalelerinde, şuunâtla ilgili diğer önemli bilgi, ‘lezzet-i mukaddese, sürur-u münezzeh’ gibi ifadelerle dikkatimize sunulur. Bu İnce ve derin hakikatleri, insan aklına bir derece yaklaştırmak için de bir misal verilir: Bir sultanın bütün muhtaç ve fakir raiyetini bir gemiye bindirdiği ve onları o gemide seyahat ettirerek her türlü ihtiyaçlarını gördüğü, yedirdiği, içirdiği anlatılır.
Ve o sultanın, o muhtaç raiyetinin sevinmelerinden de bîr haz duyduğu ifade edilir. Ve Allah’ın bütün canlıları bu dünya gemisinde yedirip içirmekten ve her türlü ihtiyaçlarım görmekten kendine has ve mahlukatın her türlü lezzet telakkilerinden münezzeh bir lezzet-i mukaddesesi’ olduğu nazara verilir. İşte bu lezzet-İ mukaddese İlâhî şuunâttandır.
“Allah muhsinleri sever.” (Bakara sûresi, 195) “Allah kâfirleri sevmez.” (Âli İmran sûresi, 32) “Allah zalimleri sevmez.” (Âli İm- ran sûresi, 57) gibi âyet-i kerîmeler de bize bu İlâhî şuunâtı ders verirler.
Sıfat-ı İlâhiye
Cenâb-ı Hakk’ın zâtı gibi mukaddes sıfatları da kemâliyle idrak edilemez; ama o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir,
İlâhî sıfatlar, ‘sübutî’ ve ‘selbî’ olmak üzere iki gruba ayrılıyor.
Sübutî sıfatlar, ‘hayat, ilim, irade, kudret, sem’ (işitme), basar (görme), kelam ve tekvin (var etme).’
Bu sıfatların hepsi ezelî, hepsi ebedî, hepsi sonsuz ve yine hepsi mutlaktır. Bunlarda, ne bir azalma, ne de artma düşünülebilir.
Hayat sıfatı, ezelde ne ise ebedde de aynıdır. Bizlere hayat bah-şetmesi, Allah’ın ihya (hayat verme) fiiliyledir. Bizde hayat yarat-masıyla O’nun hayatında ne bir noksanlık olur, ne de bir fazlalık.
Allahın bir sıfatı da ‘ilim’dir. Ne kadar varlık yaratırsa yaratsın, onlara ne kadar hikmetler, mânâlar takarsa taksın, O’nun İlim sıfa-tında bir değişme düşünülemez.
İlâhî sıfatlardan bir başkası, ‘irade’dir. Allah’ın İradesi de diğer sı-fatları gibi mutlaktır ve küllidir. Mutlak olmasının mânâsı, O’nun iradesini kayıtlayacak bir başka iradenin sözkonusu olmamasıdır. İlâhî iradenin külli olması ise, sonsuz icraatlarının hepsini ‘birlikte irade etmesi’ demektir.
Bilindiği gibi, insanın iradesi cüz’îdir, yani bir anda ancak bir şey irade edebilir; onu irade ettikten sonra İkinci bir şey İrade etmesi mümkün olur. Şu varlık âleminde, bir anda birbirinden farklı hatta bazen birbirine zıt, sonsuz faaliyetler icra edildiğine göre, bunların irade edilmeleri de birliktedir, beraberdir, sıra ile değil.
Allah’ın bir diğer sıfatı, kudrettir. Allah, atomlardan galaksilere, çiçeklerden Cennet bahçelerine kadar her şeyi sonsuz kudretiyle yaratmıştır. Bir meyve ağacında, o sonsuz ve mutlak kudretiyle tasarruf ettiği gibi, meyvesi insan olan kâinat ağacında da tasarruf eder, icraatta bulunur.
İlâhî sıfatlardan bir diğeri basar, yâni görme, biri de sem’ yani İşitmedir. Maddeden münezzeh olan Allah’ın görmesi ve işitmesi, göz, kulak gibi vasıtalardan münezzehtir. Bütün sesleri birlikte İşitir, bütün eşyayı beraber görür.
Kelam sıfatına gelince, Allah’ın diğer sıfatları gibi bu sıfatı da sonsuzdur, küllidir, mutlaktır.
Beyni, konuşma merkezini, ağzı, dili yaratan ve insanı böylece konuşturan Allah, meleklerini bunların hiçbiri olmaksızın konuşturur. Keza, insana da rüya âleminde, bu aletlere ihtiyaç olmaksızın konuşma İmkânı verir. O halde, kendi konuşmasını ölçü tutarak Allah’ın kelam sıfatını anlamaya kalkışan bir insanın hata etmesi, istikametten sapması kaçınılmazdır. Allah’ın zâtı, mahlukatın zâtlarına benzemediği gibi kelam sıfatı da onların konuşmaları cinsinden değildir.
Tekvin sıfatı, Allah’ın her irade ettiği şeyin, varlık sahasına hemen çıkması mânâsına gelir.
‘Hayat, ilim, kudret, sem’, basar’ sıfatları için Esmâ’ül Hüsna bö-lümündeki, ‘Hayy, Alîm, Kadîr, Semi’, Basîr’ isimlerinin açıklamala-rına bakılabilir.
Zatî Sıfatlan
Bunlar, ‘vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, muhalefetü’n lil havadis, kıyam bi nefsihî’ şifadandır.
VÜCUd:
Vücut, varlık, var olma mânâsına gelir. Diğer selbî sıfatların tümü birlikte düşünüldüğünde, vücut sıfatı daha iyi anlaşılır. Yani, Allah’m varlığı kadîmdir, evveli yoktur; bakîdir, âhiri yoktur. O’nun mukaddes varlığı hiçbir mahlukunun varlığına benzemez, hepsine muhaliftir. Yine O’nun varlığı vaciptir, başkasının var etmesiyle var olmadığı gibi, devamı da başkasının yardımıyla değildir.
Vücud, ya vacip olur, ya mümkin olur veya mümteni’ olur. Vacip vücud, Allah’a mahsustur. Allah’ın varlığı vaciptir, olmaması mu-haldir. Mümkin vücut ise bütün mahlukatın vücuttandır. Bunlar Al-lah’ın var etmesiyle var oldukları gibi, O’nun yok etmesiyle de varlık sahasından silinirler. Mümteni’ vücut, vacip vücudun zıddıdır, yani olması muhaldir. Buna misal olarak ‘şerikler’ (Allah’a ortak koşulan şeyler) verilir. Şeriklerin varlığı muhaldir, imkânsızdır.
Bütün mahlukat âlemi Allah’ın varlığına birer delil, birer şahittirler. Onları, yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkaran, ancak varlığı vacip olan, Allah’tır. Yani, mümkinlerin var olmaları, ancak vaci olanın irade etmesi ve yaratmasıyladır. Bu hakikati kabul etme-yenler, varların varlığını, yokluğa vermeye mecbur kalırlar.
Kıdem – Beka:
Allah’ın var etmesiyle var olan eşya, evvellerinin olması cihetiyle ‘kıdem’ sıfatını gösterirler. Keza, her nefsin ölümü tatması, yani her varlığın bir sonunun olması cihetiyle de ‘beka’ sıfatını ilan ederler.
Vahdaniyet
Allah’ın hem zatında, hem de sıfatlarında ve fiillerinde tek olması, yani hiçbirinde benzeri, dengi, ortağı ve yardımcısı bulunmamasıdır.
Muhalefetün-lil-havadis:
Havadis, hâdis olanlar, yani ‘sonradan yaratılan, ihdas edilenler’ mânâsına gelir. Her mahluk, hadistir. Ve Muhalefetün-lil-havadis sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın kutsî mahiyetinin, mahluk mahiyetlerine zıt ve muhalif olduğu mânâsına gelir.
Bir misal: Allah kadîmdir, ezelîdir, mahluk ise hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olmak, sonradan yaratılmaya zıttır.
Kıyam-bi-nefsihi:
Hiçbir varlığın, kendi varlığını kendi iradesiyle ayakta tutmadığını, hepsinin bir İlâhî lütufla varlıklarını sürdürdüğünü düşünen insan, Allah’ın ‘Kıyam-bi-nefsihi’ sıfatına bütün ruhuyla İman eder. Yani, Allah kendi zâtında kâimdir, bütün mahlukatm kıyamları ise O’nun esma ve sıfatlarının tecellileriyledir.
Kayyûm ismi izah edilirken bu konuya ayrıca temas edilecektir.
Ef’âl-i İlâhiye (İlâhî Fiiller)
İ
lâhî isimlerden bir kısmı, fiilî isimlerdir. Yani, bu isimler bir fiile dayanırlar. Bazıları ise fiilî değildirler. Meselâ, Vahid ismi Allah’ın birliğini ifade eden bir isimdir ve herhangi bir İlâhî fiile dayanmaz. Kadîm ismi de öyle, o da Allah’ın evveli olmadığını İfade eder ve hiçbir fiile dayanmaz. Fakat, meselâ, Müzeyyin İsmi tezyin (süsleme) fiilinden gelmektedir. Keza Musavvir ismi de tasvir (suret verme, şe-killendirme) fiiline dayanır.
Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri sonsuzdur. Bu fiillerden bazıları şunlardır: halk (yaratma), tanzim (nizama, düzene koyma), tekmil (kemâle er-dirme), tenvîr (nurlandırma), terzîk (rızıklandırma), İmâte (ölümü verme), ihya (hayat verme), ba’s (öldürdükten sonra tekrar diriltme), in’am (nimetlendirme)…
Bu umumî fiillerin, tabiri caizse, bir de alt şubeleri vardır. Bunlara bakıldığında, İlâhî fiillerin sonsuzluğu daha iyi anlaşılır. Meselâ, terbiye bir tek fiildir, ama sayısız denilecek kadar çok şubeleri vardır. Bütün âlemlerin terbiyesinden, semanın terbiyesine, arzın terbiyesine, insanın terbiyesine, gözün, kulağın, ağzın, midenin terbiyelerine, alyuvarların, akyuvarların, bakterilerin, mikropların terbiyelerine kadar nice farklı terbiye tarzları vardır.
Diğer fiiller de bu şekilde düşünülebilir.
Esmâ-i Hüsna
A
llah’ın bütün güzel isimleri, İlâhî sıfatlardan birine dayanır.
Meselâ, Alîm ismi sıfat-1 sübutiyeden ‘İlim’ sıfatına, ‘Kadir’ is- . mi ‘Kudret’ sıfatına, ‘Mütekellim’ ismi ‘Kelam’ sıfatına dayanır.
Keza, Evvel ismi, sıfat-ı selbiyeden ‘Kıdem’ sıfatına, ‘Âhir’ ismi, ‘Beka’ sıfatına dayanır.
Bazı İslâmî kaynaklarda İlâhî isimlerden, sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, ‘Kerîm’, Allah’ın bir İsmidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. ‘Kerîm Allah’ dediğimiz zaman Kerîm ismini sıfat makamında kul- . lanmış oluruz.
Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Al-lah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyye- sinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.
İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanırlar. Halik ismi, yaratma fiiline,- Muhyî ismi, ihya (bayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, suret verme fiiline; Mümit (ölümü verici) ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.
Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre İlâhî İsimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.
Allah’ın bütün isimleri güzeldir.
Zâtı güzel olduğu gibi bütün zatî isimleri de güzeldir.
Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan ‘fiilî isimleri’ de güzeldir.
Bu sırra eren kâmil insanlar, “Kahrın da hoş, lütfün da hoş” de-mişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latîf ismi de.
Bu kısa açıklamadan sonra, ‘zât, şuunât, sıfat, fiil, isim’ münase-betinden de kısaca söz edelim:
Nur Külliyatında bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle İzah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:
“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim İse vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şeha- det ettikleri için; masnuat adedince birtek Sânî’-İ Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi;
heyet-i mecmuası ile, silsıle-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” Sözler
Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.
Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.
Bir hadis-i kutsi de şöyle buyruluyor:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.”
Bu kutsi hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin ya-ratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise İlâhî şuunâttan bir şe’ndir.
Bu İlâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir İlâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi sözkonusudur. Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.
Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.
Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de, bu İsimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.
Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Halik, Muhyî, Mümit gibi…
Zatî isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, ‘tecelli’ demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah’a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm’dir, ezelîdir diye-biliriz. Yani, Allah’ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir.
Şu noktayı da önemle belirtmek isterim:
Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölü-münde Allah’ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bakî İsmi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Baki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah’ın Baki ismini okuyabiliriz.
Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah’ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz İlâhî eserler vücut buldular,
Allah’ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu İlâhî mucizede, nice İlâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, İlâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve İlâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla…
Malûm olduğu gibi, haritadaki bir işaret bir şehri gösterir, ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bula-mazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar.
İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir.
Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz-.
İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.
Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.
Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.
Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert İnsanların İşidir. Demek ki, cömert ismini ta-şıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.
Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.
İşte insan, bu İstidadı, bu kabiliyeti sayesinde, İlâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.
Son olarak Nur Külliyatındaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:
“Şeriat ve sünnet-İ seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir maz- har-ı câmi’ olmağa çalış…” Sözler
Buna göre İlâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. İnsan, İlâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resûlünün(as sünnetine ittiba ettiği ölçüde, İlâhî isimlerin te-cellilerinden feyiz alır.
Nur Müellifi, ‘mazhar-ı câmi’ olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.
Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim: Bir âlimde Allah’ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv İsmine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz’î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve ‘mazhar-ı câmi olmaya çalış’, denilmesi de bundandır. Yoksa, bir İlâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız sözkonusu değildir.
Nur Külliyatında, ‘insanın esmâ-i İlâhiyeye mazhar olması’ hak-kında çok önemli bir bahis var. ‘Herbir İsminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmayı’ bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz.-
“İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bîr âyinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de:
İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâh iyeye bu suretle âyinedar- lık ediyor
İkinci Vecih âyînedarlık ise: İnsana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-İ rububiyetine âyînedarlık eder.
Üçüncü Vecih âyînedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-î ilâhiyeye âyînedarlık eder.” Sözler
İlk iki vecihte, İnsanın iradesi sözkonusudur. Yani, insan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah’ın Kadîr ve Ganî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, İlâhî sı-fatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu İdrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.
Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru de-ğerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, İlâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah’ın sıfatları ona meçhul olurdu. İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, İlâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.
Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma sözkonusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah’ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor. İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden İsimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.
Nur Müellifinin, ‘çalış’ tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü ci-hette kulun bir gayreti sözkonusu değildir.
Kitabımızın konusu esmâ-İ hüsna olduğundan, bu kısa açıklamalarla iktifa ediyoruz.
“Varlığı zâtından olup, uluhiyete mahsus-selbî ve sübutî bütün kemâl sıfatlara sahip bulunan.”
“Bütün kemâl sıfatlara sahip ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh Vacibü’l-Vücud,”
“Allah odur ki, O’ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.” Tâ-Hâ sûresi, 8
“Lafza-i celâl, Zât-ı Akdes’e delalet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemâliyeyi istilzam eder.” İşarat-ül i’caz
ALLAH
Allah ismi, bütün İlâhî isimleri câmidir, yani hepsini içine alır.
“Bütün isimler Allah’ın isimleridir,” denilir, ama ‘Allah, Rah- ınân’ın ismidir, Rahîm’in ismidir…’ denilmez.
Bütün isimleri içine alan ism-i âzamin hangi isim olduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu mübarek ismin, ism-i âzam olabileceğini söylemişlerdir.
Bunun için, bir kul ‘Allah’ dediği zaman bütün İlâhî isimleri ve sı-fatları birden yâd etmiş olur.
“Lâ ilâh© illâllah” kelamı, esmâ-i hüsnanın adedine© kelamları tazammun ediyor… “Lâ Hâlıka illâllah,” “Lâ Fâtıra, Lâ Râzı- ka, Lâ Kayyûme illâllah” gibi… Mesnevî-i Nuriye
Rahman, Rahim, Rezzak, Gaffar gibi ‘cemâli isimler* ruhumuzda şükür ve senâ mânâlarını canlandırırken, Ehad, Samed, Kayyûm, Kadîm, Bâki gibi ‘kemâli isimler’ kalbimizi hayret ve takdir histeriyle dolduracak, Kahhâr, Cebbâr, Kadîr, Muntakim gibi ‘celâli İsimler’ ise bize noksanlığımızı, aczimizi, fakrımızı hatırlatarak nefsimize takva şuurunu kazandıracaktır.
Allah ismi, bütün esmâ-i hüsna gibi, bütün kemâl sıfatları da câ- midir.
Allah diyen bîr kul, bütün İlâhî sıfatlan ve bütün esmâ-i hüsnayı birden zikrettiğini bilerek, kendisini İlâhî isimlerin en parlak tecellisi ve İlâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabbİne sonsuz hamd ve senâ eder.
Lafza-i Celâl denilen bu ism-i âzami okuyan bir mü’min, ‘uluhi- yet’ hakikatini düşünür ve ondan ‘ubudiyet’, yani kulluk hakikatine intikal eder. Bu ise saadetlerin en büyüğüdür.
Rahman: “Dünya hayatında, mü’min-kâfîr gözetmeksizin, mahlukatın
hepsine merhametle muamele eden.”
“Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran.”
“Rızıkları ve her türlü iyilikleri ihsan eden.”
Rahim: “Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve
ebedî nimetler veren.”
“Ahiret hayatında sadece mü’miniere ihsan ve ikram eden,”
“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O’dur.” Haşr sûresi, 22
ER-RAHMÂN / ER-RAHÎM
Her İki mübarek isim de Allah’ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler.
Rahmet ve merhamet; kısaca, ‘hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak’ mânâsına gelir.
Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:
“Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürür ve saadeti ikame etme duygusudur.”
Rahman ismi, ‘insan-hayvan, mü’min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkın, veren ve onları koruyup gözeten” mânâsına gelir.
Rahîm İse, “iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hi-dayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî Cennetler hazırlayan” demektir.
Rahmân ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.
Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yara-tılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.
Demek oluyor ki, Rahmâniyetin tecellisinde ‘cebir’, yani mahlukun iradesi dışında bir ikram ve İhsanda bulunma sözkonusudur.
Rahîmiyetin tecellisinde ise insanın cüz’î iradesini doğru kullanması şartı vardır.
Rahmân hem isimdir hem de sıfat, Rahîm ise sadece sıfattır. Bun-dan dolayı, Rahmân ismi başkalarına nisbet edilmez., ama Rahîm ismi nisbet edilebilir.
Diğer taraftan, ‘Allah, dünyanın Rahmânı, ahiretin Rahîmidir* buyrularak, Rahmân sıfatının ezel ile, Rahîm sıfatının İse ebediyetle ilgili olduğuna dikkat çekilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Rahîm ismi, daha çok Ğafur ismiyle birlikte, kullanılmış, böylece en büyük rahmetin mağfiret olduğuna dikkat çekilmiştir. Şu halde mağfiret, Rahîm isminin en güzel bir tecellisidir.
Rahmân ismi dünyada nail olduğumuz nice nimetlere, Rahîm ismi ise ahirette kavuşmaya namzet olduğumuz ebedî saadetlere na-zarımızı çevirir.
“Güçsüzlere merhamet edene, Rahmân olan Allah da merhamet eder.” Hadis-i Şerif
Nur Külliyatında, şefkatin ‘Rahîm ismine îsal’ ettiği beyan edilerek şu noktaya önemle dikkat çekilir:
“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi oldu-ğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahme- ten-lil-âlemîn Zât’ınta,m,mertebe-İ şefkatinden taşmamak gerektir. * Kastamonu Lahikası
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın, kâinatı ve içindeki eşyayı hiz-metine vermekle merhametine mazhar kıldığı bir kulunu, küfür ve isyanı sebebiyle Cehennemine atmasına acımak ruh ve kalbin has-talığından ileri gelir. Zira, sıhhatli bir kalb ve müstakim bir akıl çok iyi bilir ki:
“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gadabın- dan fazla gadab edilmez.” Sözler
Biz Cehennem azabına uğramayı hak etmiş insanlara yersiz şefkat göstereceğimize, onları bu noktaya gelmeden önce yakalamanın ve kendilerine yardımcı olmanın yollarını aramak durumundayız.
İnsan, fakirleri doyurmak ve güçsüzlere yardım etmekle Rahmân İsminden; yanlış yolda gidenlere acıyıp şefkat etmek ve onları iman ve hidayet yoluna davet etmekle de Rahîm İsminden feyiz alır.