Peygamber Efendimiz (s.a.m) şöyle buyurmuştur: “Şunu iyi biliniz ki bana Kur’an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın size: Sadece şu Kur’an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter, diyeceği günler yakındır…” Ebu Davud, Sünnet, 6, İmare 33; Tirmizi, İlim 10)
Bu Hadis, “Kuran bize yeter” diyerek Peygamber Efendimizin yaşantısını ve açıklamalarını yok sayanlara verilen bir ikaz ve uyarıdır. Bu durum, aynı zamanda bir mucizedir. Çünkü Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi tarihte ve günümüzde bunu iddia edenler çıkmıştır.
Allah’ü Teala şöyle buyuruyor: “… O (Resul) onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehyeder, onlara iyi ve temiz olan şeyleri helal, kötü ve pis olan şeyleri de haram kılar….”( A’raf, 157) “…Allah’ın ve Rasülünün haram kıldığını haram saymayanlarla …savaşın.”( Tevbe, 29)
Allah bu ve benzeri ayetlerde, Hz. Peygamber (a.s.m)’e haram ve helal koyma yetkisi verdiğini açıkça belirtiyor. Özellikle ikinci ayette Allah Teala kendi ismi yanında Hz. Peygamber (a.s.m)ın da ismini zikretmesi, yapılacak bütün te’villerin yolunu kapatıyor. Şayet Allah’ın yasakladığı Peygamberin de yasaklamasına şart kılınsa, haşa Resul de beraber olarak yasaklarlarsa diye anlaşılsa bu manasız olur. Tersi olsa, Resulün yasakladığını Allah’ta sarahaten yasaklaması lazım dense bu da anlamsız olur. Şu halde her ikisinin haram ve helal koyma yetkisiyle belirtilmesi daha ziyade Hz. Peygamberin (a.s.m) görevine yönelik bir emirdir. Bu açıdan Hz. Peygamberin bütün emir ve yasakları bu ayetin bir açılımı ve tayyibat olanları emretmesi, habais olanları da yasaklaması demektir.
Şimdi, Allahü Teala, Hz. Peygamber’e en üst seviye olan haram ve helal koyma yetkisi verdiğine göre, O’nun (a.s.) bunun altındaki vacip mekruh, adab gibi konularda öncelikle söz sahibi olduğunun açık göstergesidir.
İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m) “Kur’an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir” sözüyle kendisine verilen yetkiyi ve dindeki konumunu bildirmektedir.
Günümüzde müctehid geçinen ilâhiyat patentli bir takım zevâtın, televizyon kanallarında arzı endam ederek koltuklarına kurulmuş vaziyette “Bize Kuran yeter” dediklerini görünce, aklıma Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)in: “…Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin ‘Bize Kur’an yeter…’ diyeceği zamanlar yakındır. ” Hadîs-i Şerifi geliyor.
Kur’ân’daki İslâm, “Kur’ân Müslümanlığı” ve “Kur’ân’a dönüş”
Bazı ilimler vardır ilaç gibidir, insanın sıhhat ve âfiyeti için zarûrîdir. Bazı fikirler de vardır ki maalesef zehir gibidir; insanın mânevî hayatına kasteder, öldürür, dünya ve âhiretini berbat eder. Onun için bu gibi fikirlere son derece dikkat etmek, bu tür görüş sahiplerinden de son derece sakınmak lazımdır.
İnsanın mânevî hayatını berbat edecek bu zehirli fikirlerden biride, Hadis ve Sünnet kabul etmeme hastalığıdır!. Bu tehlikeli hastalığa yakalanmış olan güruh; “Kur’ân Müslümanlığı” ve “Kur’ân’daki İslâm” türünden bir takım sloganik ifadeleri ağızlarına pelesenk edip adeta vird haline getirmişlerdir.
Sadece Kur’an’ın yeterli olabileceği fikrini hararetle savunup sünnetsiz İslâm arayışı içine giren bu zevat, her konuda bir âyet ararlar ve âyet dışında kendilerini bağlayan başka bir “La raybe fîh” delilin bulunmadığını ileri sürerler. Tabi her lafın başında bunların “Kuran” dediklerini duyan da onları Kur’an gönüllüsü, Kur’an sevdalısı zanneder.
İyi de, hem Kur’an’da bulunan: “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr: 7) gibi, sünnete delâlet eden bir takım âyetlere rağmen sünneti inkar edeceksin, hem de Kuran sevdalısı olacaksın bu mümkün olabilir mi?
Sıradan bir kitabı size hediye eden birine bile teşekkür edip minnet ve şükranlarınızı iletiyorsunuz. Çünkü böyle yapmak bir insanlık icabıdır. Hal böyleyken, Hz. Kur’an gibi dünya ve âhiret saadetinin reçetesini sunan o yüce kitabı bizlere getiren Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e bırakın teşekkür etmeyi, O’nun sünnetini dahi inkar edip devreden çıkarmaya çalışmak, acaba nasıl bir insanlık icabıdır?
Hadis ve Sünnet kabul etmeyip sadece “Kuran Müslümanlığı”ndan söz etmek, aslında yeni ortaya çıkan bir görüş değildir, bu görüş asırlardan beri vardır ve eksik olmamıştır. Ama bu tür fikirler şimdi olduğu gibi her zaman azınlıkta kalmış, marjinal guruplar tarafından kabul görüp sahiplenilmiş ve ortaya sürülmüştür. Ve tarih yine tekerrür etmektedir.
Sünnetin delil olduğunu inkar edip, sadece Kur’an’la yetinmek gerektiğini iddia eden bu fâsid görüş sahiplerinin maksadları farklı farklıdır.
Bunlar genel olarak iki guruba ayrılır.
Birinci Gurup; Müslüman oldukları veya müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, sünneti kabul etmeyip aleyhinde olanlardır ki bunlar, Hz. Ali (Radıyü Anh)ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan “Hâriciler” tâifesidir. Bu tâife “Hüküm yalnızca Allah’ındır” (Yusuf: 40) âyetini ele alarak, böylesine doğru bir hükümden, yaptıkları tevillerle yanlış anlamlar çıkardılar ve bu âyeti kerimeyi istismar ederek Hz. Ali (Radıyallâhü Anh) ve Hz. Muâviye(Radıyallâhü Anh arasında vukû bulan Sıffin savaşında, her iki taraftan da harbe katılan sahâbenin adaletini, dolayısıyla onlardan gelen rivâyetleri bütünüyle reddettiler.
Hatta daha da ileri giden bu sapık tâife, Ashâb-ı Kirâm’ı (Hâşa) küfürle itham etme ahmaklığını gösterdiler. Bunun sonucu olarak onların bu bâtıl iddialarına göre, hadîsi şerifler (Haşa) kafir olan bir topluluğun rivâyetleri olduğu için, hiçbirini kabul etmediler.
İkinci Gurup; Batılı müsteşriklerin bâtıl görüşleri ve İslâm dışı cereyanlardır. Bu gurup aslında sadece sünnete değil, temelde her şeyiyle İslâm’ın bizâtihi kendisine karşıdır. Bunların esas amacı; Müslümanların zihnine şüphe tohumları atmak, İslâm toplumlarının arasına fitne sokup onların birlik ve berberliğini yok etmektir. Evet ellerinden gelse bunu hemen yapacaklar, fakat karşılarında en büyük engel olarak bu Dîn’in Bânisi Muhammed Mustafa (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’i buluyorlar. Öyleyse yapılacak şey, ilk adım olarak bu engeli ortadan kaldırmak ya da en azından O’nun ümmet nezdindeki sarsılmaz otoritesine gölge düşürmek…
Fakat, bunu yaparken direk olarak o yüce şahsiyetin kendisini hedef alsalar foyaları meydana çıkacağından, saldırılarını O’nun şahsı üzerinden değil de, Sünnet ve Hadis üzerinden yapma yolunu seçmişler. Bu arada, az önce bahsettiğimiz birinci gurubun tavrından da faydalanıp, bir takım sûnî tartışmalarla müslümanları sünnet hakkında şüpheye düşürme gayreti içine girmişlerdir. Böylece Sünneti Nebeviyye’yi sıfırlayarak, akıllarınca böyle bir yöntemle Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)i devreden çıkaracaklar. Peki sonra ne olacak?
İslâm âlimlerinin Kur’ân’ın tefsîri olarak kabûl ettikleri “Sünnet sorununu” güya bu şekilde hallettikten ve bu engeli ortadan kaldırdıktan sonra sıra ikinci adıma, yani Kur’ân’a gelecek!
Tabi Kur’an’ın gerçek yorumu olan sünnet devre dışı bırakılınca da, bu gürûhun işleri artık kolaylaşmış olacak. Bundan sonra yapılacak iş; Kur’an’ın kendi arzularına göre yeniden yorumlanması ve tevil edilmesi…
Bu dinsizleştirme operasyonunu yaparken de hem foyalarının meydana çıkmaması, hem de gayet samimiymiş havası vermek için gayet şirin bir de isim bulmuşlar; “Kur’ân’a dönüş”, “Kur’an İslamı”
İşte bu maksatlarla işe başlayan bu güruh; Kur’ân’ı rahatça nefislerine uydurabilecekleri zehâbına kapılarak, İslâm beldelerinde ehl-i îmânın akîdesini bulandırma gayreti içine girmişlerdir.
Peki Müslümanlar içinden de bu oyuna alet olanlar yok mu? Elbette var! Bazıları cehâleti, bazıları da bir takım menfaat ve çıkarları sebebiyle, her ne kadar bu zehirli fikrin rüzgarına kapılmış olsalar da, bu Hadis inkarcıları inşALLAH umduklarını bulamayacak ve avuçlarını yalayacaklardır.
Bu Din, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde asırları aşıp bu güne dek nasıl sapasağlam geldiyse, kıyâmete kadar da öylece devam edecektir…inşaallah!!!
Hadîs-i Şerifleri, güya sıhhatinden şüphe ettikleri için kabul etmeyen ve “Bize Kur’an yeter” diyerek sadece Kur’an’ın delil olduğunu iddia eden bir takım kimseler, her ne kadar hadis kabul etmiyorlarsa da, işlerine gelince zayıf hadisleri bile kabul ederler. Mesela; ağızlarından düşürmeyip bu fikirlerine delil olarak ileri sürdükleri bir Hadîs-i Şerif vardır. Şimdi bu Hadîsin değişik tariklerle gelen bir iki rivâyetini ve Hâdis âlimlerinin, bunların senetleri hakkındaki görüşlerini sizlere arz edeyim.
“Size Benden bir hadis geldiğinde bunu Kur’an’a arzedin. Eğer bu hâdisle ilgili Kur’an’da bir asıl buluyorsanız hadîsi alın, bulamıyorsanız onu reddedin.”
Hadis inkarcılarının cankurtaran simidi gibi sarılıp kendilerine delil olarak aldıkları bu hâdis-i Şerif hakkında Ukayli (Rahimehullah); “Bu hadîsin sahih isnadı yoktur” der. Sağanî (Rahimehullah) ise “mevzûdur” der. (Şevkani, el-Fevaidu’l-Mecmua 278, 291, el-Mekasidu’l-Hasene 36, Keşfu’l-Hafa No: 220, Mecmeu’z-Zevaid I/170)Yine bu manada zikredilen bir başka Hadîs-i Şerif’te: “Bazı insanlar olacak, benden Hâdis rivâyet edecekler. Size bir kimse hâdis rivâyet ettiğinde bu Kur’an’a muvafıksa onu Ben dedim. Kur’an’a muvafık değilse onu Ben demedim.” buyrulmuştur.
İmâm-ı Beyhaki bu hadisle ilgili olarak: “Bu zayıf bir isnaddır, böyle hadislerle delil getirilmez.” der.
İbnu Main, bu hadîsi rivâyet eden Hüseyin b. Abdillah b. Dumeyre için “Sika ve güvenilir birisi değildir” demiştir.
İmâm-ı Buhârî de bu kişi için: “Hâdisi münkerdir, kendisi zayıf biridir” der.Ebû Zura ise “Hadisi kıymet takdir edeceğim hiçbir ölçüde değil” demiştir. (Mizanu’l-İ’tidal: II/302, Buhari, er-Tarihu’l-Kebir:IV/291) Bu hadisin diğer râvisi olan Bişr b.Numeyr içinde “sika değildir.” denilmiştir.
Bu Hadis başka tariklerle de rivâyet edilmiştir, lakin İmâm-ı Beyhaki bu rivâyetler için: “Bunların hepsi zayıf rivâyetlerdir.” demiştir.
Bu hadis inkarcıları işlerine gelince, Hadis âlimlerinin kesinlikle delil kabul etmedikleri zayıf isnadlara bile sıkı sıkıya yapışırlar. Ama işlerine gelmedi mi Hadis sahih de olsa, en muteber Hâdis kaynaklarında da yer alsa inkar ederler. Bundan anlayacağımız üzere, bunların derdi kesinlikle üzüm yemek değil maalesef bağcıyı dövmektir.
Sünnet İnkârcılarına -1-
İlk devirlerde Sünnet düşmanlığı o kadar ileri boyutlara ulaştı ki, ashabı küfürle itham etme ahmaklığını gösterdiler. Bunun sonucu olarak, onların bu bâtıl iddialarına göre Hadis–i şerifler, kâfir olan bir topluluğun rivayetleri olduğu için hiçbirini kabul etmediler.
Hadis düşmanlarının amacı; Sünnet–i Nebeviyye’yi devre dışı bırakarak, akıllarınca Resûlullah’ı devreden çıkarmaktır. İslâm âlimlerinin, Kur’an’ın tefsiri olarak kabul ettiği “Sünnet”i güya bu şekilde hallettikten sonra sıra ikinci adıma, yani Kur’an’a gelecekti!.. Tarih yine tekerrür etmektedir.
Sünnet İnkârcılarına -2-
Resûlullah’a itaatin, Allah’a itaatle birlikte yan yana zikredilmesindeki incelik; Allah Resûlü’nün değerini ortaya koymak, ‘Kur’an’da bulunmayan dinî emirleri yapmak gerekmez’ zannını yıkmak ve Peygamber Efendimizin, Kur’an’dan ayrı ve müstakil olarak Hadislerinde ortaya koyduğu emirlerine itaat etmektir.”
Sünnet; İslâm’ı anlamak, kavramak ve yaşamak hususunda en doğru ölçü ve yorumdur. Allah’tan gelen vahyi almak için peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ihtiyacı varsa, Kur’an’ı anlamak için de Peygamber’in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır.
Resûlullah’ın Sünnetiyle amel etmek demek; Allah’ın Kur’an âyetlerindeki isteğini hakkıyla yerine getirmek demektir. Dolayısıyla Sünnet ve Hadis’i kabul etmeyip, “Kur’an bize yeter” demek, filhakika Kur’an’ın daha iyi anlaşılmasını istememektir. Hatta bundan da öte, ilâhî vahyin anlaşılmasına mani olmaya çalışmaktır; neuzübillah…
Beyhakî şöyle bir rivayet nakleder: Bir şahıs Mutarrif b. Abdullah’ın yanında ona hitaben:
–”Bize Hadis anlatıp durmayın, Kur’an’dan başka bir şeyden bahsetmeyin,” deyince ona şöyle dedi:
–”Vallahi biz Hadisleri Kur’an’ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis Hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kur’an’ı en iyi bilenin, bildiklerini anlatmaktır.“(1)
Mevlâ Teâlâ, Peygamber Efendimize itaat etmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu beyan etmek için, Kur’an–ı Kerîm’in birçok âyetinde kendi ism–i şerifiyle Resûlü’nü yan yana zikredip, “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin!” diye emir buyurmaktadır.
“Rûhu’l–Me’ânî” tefsirinin müellifi Alûsî Rahimehullah bu âyet–i kerîmeyi tefsir ederken şöyle buyurmuştur:
“Resûlullah’a itaatin, Allah’a itaatle birlikte yan yana zikredilmesindeki incelik; Allah Resûlü’nün değerini ortaya koymak, ‘Kur’an’da bulunmayan dinî emirleri yapmak gerekmez’ zannını yıkmak ve Peygamber Efendimizin, Kur’an’dan ayrı ve müstakil olarak Hadislerinde ortaya koyduğu emirlerine itaat etmektir.”Onun gibi daha birçok âlim, Peygamberimize itaat konusundaki âyetleri böyle anlamışlardır. Kur’an–ı Kerîm’de kısaca temas edilen konularda Peygamber Efendimizin açıklamalarına bakılması, Kur’an’da temas edilmeyen konularda da Peygamber Efendimizin Hadislerine uyulması gerektiğini söylemişlerdir.
Allah hiç şüphesiz resüle iteatı emreder
Hadis inkârcıları, “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin” âyetinin izahına itiraz etmektedirler. Onların “Peygambere itaat edin” emri hakkındaki iddiaları; “Peygamberle gönderilen âyetlere itaat edin, yoksa onun şahsî açıklamalarına ve yorumlarına bakmayın.” şeklindedir. Eğer durum gerçekten onların dediği gibi olsaydı, Mevlâ bunu açıkça ifade ederek: “Resûlümün getirdiği âyetleri alın, onun şahsî açıklamalarını bırakın” buyurabilirdi. Ama öyle değil de, mutlak bir ifadeyle emrederek: “Resûlullah’a itaat edin!” buyurmuştur.
Diğer taraftan Resûl’e itaat etmenin anlamı; Hadis inkârcılarının iddia ettiği gibi “Allah’ın gönderdiği âyetlere itaat edin” demek olsaydı, o zaman bu âyetin başındaki “Allah’a itaat edin” emri ne olacaktı? O takdirde sanki gereksiz bir tekrar yapılmış zannı hasıl olurdu ki, bir mü’minin, Allah’ın kelâmı hakkında böyle bir şeyi düşünmesi asla caiz değildir.
Dolayısıyla “Ben müslümanım” diyen herkes, hangi devirde yaşarsa yaşasın “Resûlullah’a itaat edin” âyetinin gereğini yerine getirebilecek ve Allah’ın bizlere “üsve–i hasene” olarak takdim ettiği Peygamber Efendimizi örnek alabilecektir. Şayet Hadis ve Sünnet devre dışı bırakılırsa, onun vefatından sonra gelen ümmetleri Resûlullah’ı nasıl örnek alacaktır?
Efendimizin vefatından kısa bir süre sonra tâbiûn döneminde bir zümrenin, Kur’an–ı Kerîm’e ehemmiyet verme perdesi altında, Sünnet’e karşı tavır geliştirdiği bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Dolayısıyla tâbiûn döneminden itibaren Sünnet’i savunanların, Sünnet inkârcılarıyla mücadelesi başlamıştır. Bu meyanda şu rivayet çok mühimdir.
Sahâbenin büyüklerinden İmrân b. Husayn Radıyallahu Anh, arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. O sırada orada bulunan bir adam:
–”Yâ Ebû Nüceyd! Siz bize birtakım Hadisler rivayet ediyorsunuz. Halbuki biz onları Kur’an’da bulamıyoruz. Bize Kur’an’dan konuşun,” dedi. İmrân b. Husayn bu adama şiddetle kızarak şöyle dedi:
–”Sen Kur’an’ı okudun mu?!”
Adam
–”Evet,” deyince İmrân b. Husayn
–”Öyleyse Kur’an’da yatsı namazının dört rekât, akşamın üç rekât, ikindinin dört rekât, öğlenin dört rekât olduğunu buldun mu?” diye sordu. Adam
–”Hayır,” dedi. İmrân b. Husayn
–”Peki, bu namazların rekât adetlerinin böyle olduğunu kimden öğrendiniz. Bizden öğrenmediniz mi? İşte Biz de bunu Resûlullah’tan öğrendik. Peki, Kur’an’da kırk koyundan bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekât düştüğüne rastladın mı? ”
–”Hayır.”
–”Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullah’tan öğrendik. Yine Kur’an’da “O eski evi (Kabeyi) tavaf etsinler.” (Hac, 29) buyrulmaktadır. Peki, bunun yedi defa olduğunu nereden öğrendiniz? İşte ben tüm bunları Resûlullah’tan dinledim. Fakat sen o zaman yoktun. Dolayısıyla Kur’an’a bakarak bunları bilemezsin. Siz, “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının” (Haşr, 7) âyetini işittiniz değil mi? Biz bütün bunları Resûlullah’tan aldık. ”
Sonra İmrân b. Husayn ellerini kenetleyerek:
–”Ey insanlar! Rivayet ettiğimiz Hadisleri alınız ve uyunuz. Uymazsanız vallahi sapıtırsınız,” dedi. (3)Kur’an ana yasa sünnet kanunları
İmrân b. Husayn Radıyallahu Anh’ın başından geçen bu hâdise, çok net bir şekilde ortaya koymaktadır ki, Kur’an–ı Kerîm tafsilat kitabı değildir. Sünnet, Kur’an’ı açıklar ve mücmel olarak geçen hususları tafsil eder. Kur’an’da emirler ve nehiyler teorik olarak mevcuttur; ama pratikte, uygulamada nasıl olacağı, Resûlullah’tan öğrenilecektir. Tabir caizse, Kur’an sadece ana caddeleri göstermiş, ara yollar Sünnetle belirlenmiştir.
Meselâ: Allahu Teâlâ Kur’an’da “Namaz kılınız.” diye emir buyurdu. Hadis kabul etmeyen bir kimse bu emri nasıl yerine getirecek, namazını nasıl kılacaktır? Hani namaz hocası kitaplarında namaz tarifi yapılırken “Şekil–A’da görüldüğü gibi” şeklinde resmedilmiş bölümler vardır. Yoksa Kur’an’da da öyle bir bölüm var da, oradan mı öğrenecekler? Aradıkları “Şekil–A” tabir yerindeyse Resûlullah’ın Sünnetidir. O, namazı nasıl ve hangi şekilde kıldıysa, nasıl tâlim ettiyse öyle kılacaksın. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da namazı, Cebrail Aleyhisselâm’dan aldığı üzere kıldı ve ashabına: “Beni kılarken gördüğünüz gibi namazınızı kılınız” buyurdu. Dolayısıyla namaz kılarken tekbir nasıl alınacak, rükûya, secdeye nasıl gidilecek, namazın neresinde hangi dualar okunacak, namazdan nasıl çıkılacak… Tüm bunları Resûlullah’tan öğendik ve öyle yapıyoruz; elhamdülillah.
Kur’an’da namaz, “salât” diye geçer. “Salât” ise lügatta “dua” demektir. Şayet bunun tatbikatını Resûlullah’tan almazsak, orada Mevlâ’nın ne buyurmak istediğini anlamak mümkün olmaz. O zaman “salât” kelimesinin lügat mânasını alarak: “Ben zaten dua ediyorum” der, sonra da yan gelip yatar ve namaz kılmayız. Böyle şey olmaz.
Yine Kur’an–ı Kerîm’de Kevser sûresinde “venhar” yani “kurban kes” buyruluyor. Peki, hangi hayvanlardan kurban olur, hangisinden olmaz? Hangi hayvan kaç kişi tarafından kurban edilebilir? Bunları Kur’an’da bulabilir misin? Bulamazsın; çünkü Kur’an tafsilat kitabı değildir. Bunun izahı için Resûlullah’ın açıklamalarına bakacaksın. Zira detaylı malûmat, Sünnet ve Hadis’tedir. Şayet bu âyeti Resûlullah’ın Sünnet’ine göre değil de, kafana göre tefsir ve tevil edecek olursan, o zaman “tavuk da kurban olur, deve kuşu da” diye fetva verirsin.
Tabiî bu gibi misaller çoğaltılabilir; fakat bizim buradan anlayacağımız şudur: Resûlullah’ın Sünnet’ine müracaat etmeye mecburuz. Şayet Sünnet’i, Hadis’i bir kenara bırakacak olursak, ne namaz kalır, ne kurban, ne hac ve ne de zekât. Yani kısaca, o zaman ne din kalır, ne de diyanet…
Hadis inkârcılarının iddia ettiği gibi, eğer sadece Kur’an yetseydi, ayrıca bir de elçi göndermeye ne gerek vardı? Allahu Teâlâ Hira mağarasına Kur’an’ı indirir ve:
“Ey insanlar! İşte size Kur’an gönderdim; okuyun ve nasıl anlıyorsanız, öylece amel edin.” buyururdu. Öyle ya, madem Kur’an yetiyor, onu açıklayacak, öğretecek elçiye ne hacet. Herkes kitabı okur, âyetlerden ne anladıysa, nasıl yorumladıysa, öylece amel ederdi. Peki, bu durumda dünyadaki müslüman adedince din anlayışı meydana çıkmaz mıydı? Çünkü biri “Ben bu âyeti böyle anladım.” der öyle amel eder; diğeri de “Ben de şöyle tevil ediyorum.” deyip bir başka türlü amel ederdi. O takdirde bu durum, vahdet dini olan İslâm’ın hedeflediği temel espriye tamamen aykırı olurdu. Bir buçuk milyar müslüman, bir buçuk milyar din anlayışı çıkardı ki, elinsaf!.. Hiç öyle şey olur mu Allah aşkına? Mevlâ Teâlâ, şu koskoca cihanşümul bir din olan İslâm’ı, şeytan ve nefsin esiri olan bizlerin anlayışına bırakır mı?Her ümmet de peygamberine itaatle yükümlüdür. Bir rivayete göre 224.000 peygamber gelmiştir; nâzil olan kitaplar ise 104 tanedir. Peki, “Peygamberin Sünnet’ine ne gerek var, bize Kur’an yeter” diyenlerin mantığına göre, kendisine kitap verilmeyen peygamberlerin ümmetleri ne yapacak?
(Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.) [Haşr 7]
Hz. İmran daha sonra buyurur ki: Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır.”
Bir âyet-i kerime meali: (Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]
İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.
Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu âyet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed](Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]
İmam-ı Şarani diyor ki:
Ma’lûmdur ki, Sünnet Kitâb üzere kaziyedir. Aksi değildir. Zira sünnet, Kur’ân-ı kerîmdeki icmallerin açıklanmasıdır. Müctehid imamlar, sünnetteki icmalleri bize açıklıyan âlimler olduğu gibi, onlara uyan âlimler de, onların sözlerindeki icmalleri bize açıklarlar ve bu kıyamete kadar böyle devam eder. Hazret-i Ömere yolculukta namazın kasr edilmesi, ya’nî dört rek’atlı farzları iki rek’ât olarak kılmaktan soruldu ve: «Biz, azîz kitabda korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz» denildi. Sorana: «Ey kardeşimin oğlu [yeğenim], Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekatlı farzları iki kılardı. Onu teşrî’ eden Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem)» buyurdu.
Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat, maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki, Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas-ı mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor, belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirlerle Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar.